Sayfalar

30 Ağustos 2014 Cumartesi

İkinci Sınıf Günlük Dizi

Ağzımın tadı kaçık bu ara. Aslen ağız tadı değil tabi mesele. Hayatımın tadı nerde? Soru bu, uzun bir zamandır. Cevabı olmayınca gücenip kenara çekilmiş bir soru.
Kalkmıyorum hiç yerimden. Ne duyduğumun ne gördüğümün hükmü var. Durduğum yerde vakti bir asra tamamlıyorum sanki. Zaman mevhumum iki aylık. Hep ağlama. Hep ağlama. Daha doğrusu ağlayamama. Hani gözyaşları barajın önünde birikmiş, bir delikle yıkacaklar o duvarı ama ortada bir çatlak bile yokmuş gibi. Tabi bir çatlak bile yok diyorum ama ortada yıkık dökük bir şehir var efendim. Az önceki yalnızca vaziyeti betimlemek için bir misal. Yoksa ruhani bir tufanın zedeleriyiz nihayetinde. Yaramız beremiz çok. Acımız büyük.
Ama unutmadık gülmeleri de o ayrı. Bilhassa günün o en kirlenmemiş saatleri var ya…Pırıl pırıl sabahlar… İşte o vakitler etrafta görünmez bir rüzgar gibi esiyor huzur. Gönlümün pencereleri açık, perdeleri uçuşuyor. İçeri biraz olsun hava giriyor, hayat giriyor. Nefes alıyorum. Gülmek bir yana mutlu bile oluyorum.
Yazmadım uzun zamandır. Kalem şaşkın kağıt şaşkın. Hiç şaşmasınlar. Kolaydı sanki yazma işi. Bana zor. Ben öyle hiçliğe yazamıyorum. Bir his alev almalı içimde önce. O büyük bir yangın olup yakmalı her yanı. İçimde, gelmiş geçmiş ne varsa bir bir küle dönmeli. Ben, küle dönmeliyim. Parmaklarımı bile hareket ettiremeyecekken hüznümden, kelimeler geçmeli gözümün önünden. Dumanla dolmuş ciğerlerime biraz olsun hava girmesi için peşine düşmeliyim o kelimelerin. Sonunda daha diplere düşeceğimi bilsem de bir tatlı nefes için almalıyım kalemi elime.
 İşte o vakitlerde kalem kağıda kavuşur, tam birleştikleri o noktadan bir ip düğüm alır. Ve ben hüznümü dikerim kağıtlara. Özlemimi, öfkemi… Ve unuttuğum ne varsa küllerinden doğar bir hayalet gibi sarar dört yanımı. Ve ben küllerimden doğarım yeni yangınlar için. Yeniden yanmak için. İyileşmek, yeniden yaralanabilmek için.
Ne gerek vardı şimdi bunları anlatmaya. Bilmiyorum. Ama yazmazsam, ihanet etmiş hissediyorum yazmaya. Sanki uzun müddet yazmazsam terk edecekmiş gibi beni bu yazma işi. Ve ben buna hazır olmadığımı biliyorum. Sırf bu yüzden, unutmamak pahasına hiçbir şeyi, her şeyi yazıyorum.

Hep böyle melankolik mi olmak zorunda diyenlerim çok. Ben de aynısını soruyorum ya yıllardır hayata. Ama böyle yazılmış işte, şimdilik elimizdeki senaryo bu. Biz de isterdik romantik komedi olsun. Hadi romantik kısmı tam bir pembe hayal. Bari komik olsun. Ama yok. Bu muhitlere pek uğramıyor o tür senaryolar. Bizimkisi daha çok ana haber bültenleri öncesi ikinci sınıf günlük dizi.




27 Ağustos 2014 Çarşamba

Kaldırımsız Yollar



Yerdeyim. Öylece oturup düşüşümü düşünüyorum yüzyıllardır. Beni kaldırmak için dahi uzanmamışken hiçbir el, hala beklemekte bir yanım. Lakin dönüp bakan bile yok şu kalabalıktan. Herkesin bir telaşı var. Yetişmesi gereken hayatı, ulaşması gereken geleceği… Benimki de orada duruyor işte. İki adım ötede. Ama dokunamıyorum. Ulaşamıyorum bir türlü.


Taş soğuk ve acımasız. İçimi üşütüyor. Kendime olan öfkelerim bile ısıtamıyor içimi. Üşüyorum. Öyle çok üşüyorum ki, yarı kapalı artık gözlerim. Güneş elini eteğini çektiğinden beri benden hiçbir şey eskisi gibi olmadı zaten. Kalbime sızan soğuk, değiştirdi tüm benliğimi. Daha sert oldu belki çehrem. Ama hiçbir zaman düşmelerden alamadım kendimi. Kalksam ne olacak bu durumda. Bunca koşan insanın arasında yine onların rüzgarına kapılıp düşmeyecek miyim. Ve yine kalkıp içi boş meydan okumalarımla hayata yine yine ve yine yenilmeyecek miyim. Ne yaparsan yap, benim sana biçtiğim elbiseyi giymek zorundasın diyor bana. Kuralları o belirlerken baş kaldırıların karşılığı ne olur biliyorum.


İşte şuradan geçen bir trenin ıslığı değil mi. Alıp gitmiş tüm zaferlerimi. Bir vedam bile yokken ellerimde. Kim inanır bir zamanlar diye başlayan cümlelerime. Susmalı böyle zamanlarda.Gururum bende kalmalı hiç değilse. Uğruna bin kalp feda ettiğim kıymetli gururum…


Yorgunluk ne elem bir vaziyet.


Omuzlarım akşam güneşi gibi çöküp gidiyor artık. Nefeslerim hep yarım yarım. Bana çarpıp geçen insanlar, sevdiklerim. Hala kör bana gözleri. Olsun. Çekildikçe daha çok çekiliyorum içime. Uzanıyorum boylu boyunca sert taşlara. Soğuğa aldırmaz oldu bedenim. Belki kalkarım sabaha. Ama önce güzel bir uyku çekmeliyim.


19 Ağustos 2014 Salı

Sohbet İçinde Kendimle Kendi Kendime

Perdeler dalgalanırken kapanıyor gözlerim. Sığmıyor damlalar göz kapaklarıma. Kirpiklerimden yanaklarıma dek koşuyorlar. Uzakta bir deniz… Hiç dokunamadığım. Kokusu işlemiş tenime.
Bir merdane karnımın içinde. Çevirdikçe çeviriyorlar kolunu. Ellerim birbirine tutunmuş. Ve kalbime sahip çıkmak istercesine üzerine kapanmış. Belki de dua ediyorum. Bilmiyorum. Bu yalnızca bir rüya olmalı. Yoksa ardımda çalan bu şarkıyı anlamlandıramayız.
Günler oldu ki değiştim iyice. Baksan ben aynı ben. Ama kalemimden bile farklı çıkıyor sözlerim işte. Çekildiğim köşede kendimi oyalıyorum. Sevdiklerimin gölgesi yalayıp geçiyor üzerimi. Sığındıkça daha da küçülüyorum yalnızlığa.
İsteyerek oldu. Bile bile yaptım. Planlı değildi kuşkusuz ama pişmanlığa yerim yok hiç. Gidenlerin ardından bakarken bir gülümseme sahipleniyor dudaklarımı. Elzem değillerdi belli ki.Varsın ayak izleri uzansın önümde. Bıraktıkları güzel anılar olsun yalnızca. Geçmişi affetmeye yeminliyim zira.
Kalbim birçok isim çağırıyor yanına. Boşlukta yankılanıyor sesi. Susturmaya çalışsam bir daha konuşmayacak. Biliyorum… Ondan bekliyorum, dinsin yangını.
İnsanlar bırakırlar seni ve giderler diye anlatamıyor insan kalbine. Bir çocuğun inatçılığı sinmiş üzerine. Başkasını bulayım desem de dediğini yaptırmaya yeminli. Alt dudağı titriyor bazen. O vakitlerde kendime kızıyorum. İnsanlara kızıyorum. Dokunulmuyor bana. Dokunulmasın da.
Neden öğrenemiyorum susmayı. Apaçık ortada içim. Susamadığımdan kaçıyorum bucak bucak tüm sevgilerden. Kendi ellerimle sonunu yazmaktan yorgun düştüğümden sırtımı dönüyorum tüm ellere. Kimsenin cesareti yetmiyor ‘bitti’ demeye. İş hep, başa düşüyor.
Korkuyorum çok. Korkularımdan bir ip ördüm. Bir düğüm atıp boynuma geçirdim. Korkularımdan korkuyorum şimdi. Korkmak çözmüyor ipin düğümünü. Ölmek yalnızca on beş santim. Koşar gibi, yüzer gibi hasretlik denizimde, hırçın bir nefes alır gibi, döner gibi tüm sevdiklerime, affeder gibi, ağlar gibi karanlıkta… Ölmek… Yalnızca on beş santim.
Değer mi? Değmez.
Değmez de neden korkmaktan bile korkuyorum öyleyse. İliklerime kadar ince ince işlenmiş bu duygu. Tavşan rüyası. Hep içli hep tekinsiz hayat. Ve insanlar… İnsanlardan insan koruyamıyor kendini.

Uyumak istemiyorum. 


18 Ağustos 2014 Pazartesi

Karmaşada Bir Zavallı Kuşkonmaz

Yazdıklarına dikkat et. Düşüncelerin olur. Okuduklarına dikkat et. Hissettiklerin olur.
Dibe çekildikçe çekiliyorum. Su, kuyu, karanlık… Bilimum sonu belirsiz yerler. Öylece durmak istiyorum. Çabaladıkça daha çok üzerime geliyormuş hayat. Öyle söyledi geçmişim. Geçmiş, doğru yerden bakıldığında büyük dersler verirmiş ya insana. Dökülüp saçıldığım yerlerden geçip toparlıyorum tüm bu dersleri.
Bir hayaletim. Kovduğum tüm insanların ellerinden tutuyorum. Fark etmiyorlar. Yollarında dümdüz ilerliyor onlar. Çevrelerinde dolanıyorum bir gri duman gibi. Geleceklerini görüyorum ileride. Onlar buna kör. Ben bir kendi yoluma yabancı bir kendi geleceğime kör. Susamıyorum.
Başka bir yoldayım başka bir gün. Bulanık ve titrek bir görüntü. Çimenlerde normalinden büyük beyaz çiğ damlaları. Çimenler de normalinden daha koyu yeşil zaten. Ayaklarım çıplak. Geçmişimin üzerinden yürüyorum bir ipin üzerindeymişim gibi. İncitmekten fena korkuyorum lakin incinmeyi umursamıyorum sanki.
Zihnim ince bir kuyuda girdaba düşmüş. Düşüp başladığım noktaya geri dönüyorum. Takılmış plak gibi hayatım. Ne kadar koşarsam koşayım aynı noktaya geliyorum. Neden koşmuşum öyleyse. Saçlarıma gidiyor ellerim. Kurtar beni.
Başka bir akşamüstü aynaya bakıyorum. Kollarımda mora çalan kabuklar. Yavaştan sırtımı dönüyorum. Devamı geliyor parça parça kırmızılıkların. Şarap dökülmüş sanki karlara. Ne zaman oldu bunlar? Dokunmak için parmaklarımı kıpırdatıyorum. Değdiğimde hissedemiyorum hiçbir şey. Ne bir acı var ne de o pürüzlü doku. Pürüzsüz her şey. Dönüp kendime bakıyorum. Hiçbir şeyim yok. Bir çiziğim bile.

Buruşmuş çarşafın içinde uykusuz bir beden. Ne sıcak ne soğuk hava. Hafiften bir karıncalanma ayak parmaklarından kafasına. Soğuk bir el dolaşıyor sanki teninde. Göğsünde kaçınılmaz bir bela. Elinde olsa pencereyi açıp atlayacak. Ve koşacak şafağa. Lakin elde yok, avuçta yok.


KARAR

Şu an tam da şimdi
Ve bundan sonra
Yahut bundan önceleri pek çok kere…
İhtiyaç sahibiyim şahsına.
Kilometrelerce zaman geçti.
Ben çok çalıştım bu boş şehirde.
Yorgun düştüm sonra, yakın zaman kiplerinde.
Körpe umutlara uzanıp göğü seyrettim.
Bulutlardan masal kahramanları yaptım.
Rüzgar topladım dağların eteklerinden.
Sonsuzluğun bittiği yerdeyim şimdiyse.
Kimse bulamayacak beni.
Senden beni bulman için aldığım o söz
Ve dahi hiç değişmeyeceğine dair bir yemin
Koyun koyuna denizin dibinde yatmaktalar.
Kimse bulamayacak onları.
Çaresizlik sımsıkı bir kemer belimde.
Dört yol ağzı geleceğimin,
Zihnim, kafamın boşluklarından sızıyor.
Tutuştur hadi kendini
Yokluğuna öfkem büyüyor.
Sessiz ol

Gözlerimde bir çocuk uyuyor.


4 Ağustos 2014 Pazartesi

Kimse ve Siz

Bir parça keder alıp ellerime avutuyorum kendimi. Sonsuz mısralara uzanıyor içimdeki sözler. Yırtık yeminler ardında gizlenmiş hayal kırıklarım. Hayat kırıklarım. Ne söylemeli, nasıl yatıştırmalı bu kabarmış yüreği? Hangi su serpilmeli alevler içinde kalmış ruhuma.
Saydam sırlar içinde bin bir keskin kelime. Ve sararmış derimde eskimiş yara izleri. Lüzumu var mıydı yenilemenin. Şimdi ne denli derine işlediler haberim dahi yok. Yapmasaydı keşke. Keşke siyaha boyamasaydı beni zihninde.
Şimdi yapayalnızım. Sen,görüp, dokunmuyorsun kimsesizliğime. Önemsiz geliyor belli ki sizlere bu boşluk. Hepsi benim gevşek mizacım yahut zedelenmiş karakterimden olmalı. Lakin avunamıyorum, avutmuyor beni hiçbir şey.
Kendimi unutalı öyle çok oldu ki… Durup bırakmayalı yorgunluğumu bir tebessümde. Bu kışlardan kışlara sonsuz bir yaşam. Ve karlar altında bir tohum kardelene saklı umudum. Açmasa, açmasa yitip gidecek adım, biliyorum.
 Bu yakıcı soğuk, bilir misiniz ki en çok yalnızlara vurur rüzgarını. Bir dost aramakta üşümüş ellerim, yolsuz yordamsız. Sarılıp boynuna, kayığımı kıyısına çekebileceğim bir sessiz liman… Yok. Tuz ve yosun kokmuş arsız ve yabancı binlerce liman. Ve ben yine kimsesiz. Yersiz, yurtsuz, mecalsiz. Kimse dönüp de bakmıyor gerçekten.
Omuzlarım üşüyor en çok. Omuzlarım ağrıyor en çok. Omuzlarım kırık en çok.
Bir örten olmadı omuzlarımı bir tutan olmadı ve sarsıp beni kabuslarımdan uyandıracak.
Tutuyor sağ elim sol elimi. Yüzüm kendi omzuma dayalı. Gözlerim boşluk. Dudaklarım dikili. Göğsümde bir hiçliğin ağır darbesi. Nefes almak güç azizim. Nefesler pek değerli. Kim sardıysa parmaklarını boğazıma, emelinde başarılı olacak belli ki.
Hiç olmadık bir anda ayaklanıp tepeden tırnağa asi bir cesarete bürünüyorum. Dağları, tepeleri aşarım sanıyorum. Dünya bana dar. Lakin cılız bir mumun sönüşü gibi tek nefeste ve bir anda sönüveriyor bu deli cesaret. Arda kalan, mum tabağında birikmiş korkular. Kime anlatabilirsin bunu. Yaşamayan gülüp de geçmez mi. Gülüp de geçerek seni bir kez daha yere sermez mi.
Susacaksın, yasaklayacaksın içini el mecbur. Dudaklarını dikeceksin birbirine. Gözlerine bir sahte parıltı koyup kendi rolünü kendin yazacak ve her akşam kendine bir kez daha yalan söyleyeceksin. İçindeki küçük çocuk kanacak sana. Ve rüyaların hesap soracak her gece. En kuytu köşelere kaçacak uykun.  İşte şimdi uykundan da oldun.

Daha fazla yazamayacağım doğrusu. Bir cinayet ve hatta kendime ihanet bu. Bir taze yarayı kaşımaktan öte bir şey değil.Tırnaklarımın arası acı. Göz pınarlarım sessiz. Ve ben hep, kimsesiz.