Sayfalar

16 Ağustos 2013 Cuma

Tekrar ve tekrar

Havada uçuşan tozlar yeni doğan güneşe tutuluyor, yosun bağlamış taş duvarlara altın tozu gibi serpiliyordu. Gün doğumu bu eski binaya sızıyor, demirden parmaklıklara takılıp soğuk zeminde gölgeler oluşturuyordu. Rengi kalmamış bu yüzyıllık demirlerin gölgelerinin bitiminde genç bir beden, içindeki yorgun ruha ev sahipliği yapıyordu.
Gözlerini açtı hızla. Kalbi tanıdık bir huzursuzlukla sıkışınca tekrar kapadı gözlerini. Tam göğüs kafesine yerleşmiş, bir yılan gibi ağır ve hareketli duyguyu tanımlamaya çabalıyor, damarlarında akan kandan ciğerlerinde gezinen havaya kadar her şey telaş içinde titriyordu. Yapacak bir şeyi yoktu. Ne durdurabileceği bir zaman ne de geri dönüp düzeltebileceği bir şey vardı. Bir bilinmezlikte savrulan ruhunu tutmaktan kan ter içinde kalmıştı. Durmaksızın titriyor, parmaklıklardan içeri giren serin sabah havasıyla yetinemiyordu. Sık nefesleri ve ter içinde kalmış alnıyla çaresizliğin canlı tanımı gibi yatıyordu zeminde. Biraz daha böyle devam ederse çıldıracağından emindi.
Nereye baksa ne görse korkuyla doluyordu kalbi. En fenasıysa sebebinden habersizdi tüm bunların. Neden yaşıyordu tüm bunları. Bu işkencelere layık ne yapmış olabilirdi? Hiç umudu hiç çaresi kalmayacak kadar batmış mıydı en dibe. Ne zaman olmuştu tüm bunlar. Ne ara gelmişti aklını kaçırmanın kıyısına.
Tüm sevdikleri geçiyordu gözünün önünden. Bu haliyle yalnızca daha kötü hissettiriyordu onların yüzü. Bedenini ezen bu ağırlık, boğazına sarılan el daha da kuvvetleniyordu. Onların hayal kırıklıklarını en derininden hissediyordu kendi yüreğinin. Sanki kendi güvendiği ihanet etmişti ona. Birde ihanet acısı eklenmişti şimdi duyduğu ızdıraplara. Hiç yoktan tükeniyordu, tüketiyordu, kendi kendisini…
Nihayet kapının açılma sesiyle kendine geldi. Kollarından tutulup kaldırıldığını hissetti. Ağzını açtı yalvarmak için. Yardım isteyecekti, her ne yaşıyorsa kurtarmaları için… Belki de onlar yapmıştı bunu kendisine. Öyleyse yardım etmezlerdi. Tamamen çaresiz olduğu gerçeği bir kez daha bıçak gibi saplandı zihnine. Yine ter içinde kalmıştı alnı. Kollarını tutan kollara tutundu istemsizce.
Açık havaya çıktığını fark etti. Güneş, tükenmiş ruhunu saklayan yorgun bedenine vuruyordu. Gözlerini kısıp etrafına bakındı. Gördüğü şeyle aydınlandı yüzü. Gözleri parladı birden. O donuk ve yarı kapalı gözleri açılmıştı, umuduna bakıyordu. Bitecekti içindeki savaş. Duymayacaktı artık zihninde dolanan sesleri. Adımları güçlendi. Neredeyse koşacaktı gördüğüne.
Hasır ip terli boğazına sürtününce yorgun ruhu nefes almaya başladı sanki. Birbirine bağlı elleriyle kurtarıcısı olan ipe tutundu. Bitecekti. Son nefesini aldı. Ve çölde kurumaya yüz tutan çiçeğin uzandığı bir damla su gibi uzandı ölüme. Dudaklarının kenarında bir tebessüm asılı kalmıştı.
Gün batımının kızıla boyadığı odada açtı gözlerini. Birkaç saniye öylece baktı gözleri tavana. Kalbi tanıdık bir huzursuzlukla sıkışınca tekrar kapadı gözlerini. Hayal mi etmişti olanları. Rüya mıydı yoksa. Beton zeminde dönüp yanağını soğuk taşa dayadı. Aynı duygular esir alıyordu ruhunu. Yine benliğini kaybediyor, kendisine ait olmayan düşüncelerin mahkumu oluyordu. Bu kez kendini kaybetmesi daha kısa sürdü. Ruhunu, içindeki yabancıya bıraktı. Dayanılmaz düşünceler sardı yine parçalanmış zihnini. Mantığı acımasızlaştı, öyle ki keskin bir bıçak olup kesti tüm umutlarını. Yine çaresizliğin kollarında çırpınmaya başlamıştı. Yine ter basmıştı alnını. Yine ağırlaşmıştı göğsündeki şey, dolanıyordu damarlarında sebepsiz bir telaş. Aldığı nefeslerle yetinemiyordu yine bedeni. Yine bağıra çağıra yardım istiyordu ama açamıyordu bile ağzını. Ve o kendisine ait olmayan mantığı, o karanlık ses, kimsenin yardım edemeyeceği fikrini fısıldadı ruhuna.
Nerden geldiğini bilmediği sesler duydu. Kolunu tutan sımsıkı bir kol… Ve soğuk metalin tenine girişini hissetti. Tüm seslerin susuşunu ve nihayet boğuk sessizliği dinledi. Üstündeki ağırlık da hafiflemeye başlamıştı. Göz kapakları ağırlaştı. Huzuru kısa sürmüş, bilinçsizliğe bırakmıştı kendini. Ama bu bile iyi gelmişti parçalanmış ruhuna. Ruhu… Kendi ruhu nerdeydi, sağ kalabilmiş miydi bu savaşlardan?

Eski bir yatakta uyandı. Vakit öğle olmalıydı, hava bunaltıcı bir sıcaklığa kapılmıştı. Kalbi tanıdık bir huzursuzlukla sıkışınca tekrar kapadı gözlerini… Yardım istemek için araladı dudaklarını, bir savaşa daha hazır değildi ruhu. Sonra eskilerden bir inanış ele geçirdi zihnini, kimse yardım edemezdi ona. Kaçınılmaz sona çekildi tekrar. Tekrar… Ve tekrar.


15 Ağustos 2013 Perşembe

Sonbaharın Sırrı

       Yorgun olan bir ben miyim? Başkalarından arta kalan bir hayatı paylaşmayı öğrenen, nefes nefes soluyan sabrı bir ben miyim? Bir benim hayattan anlamlar çıkaran, mutluluk harici tüm duyguları adım adım belleyip mutluluğu el yordamıyla bulan. Böyle sürüp gider mi kimse bilemez ama sanki yazlarıma geldi kazındı bu kehanet. Bu kehaneti buldu yazlarım…  Suçu yaza atıyorum evet. Hatta bu sebeptendir ki sonbaharı umutla bekleyip tüm bu döngüyü yalancı bir masal gibi anlatıyorum kendime, işte bu, böyle. Bir ben, bir de çok eski dostlarım bilir’idi’. Eskimiş dostlarım...
      Dostlar da eskirmiş mevsimler sonunda, bunu da öğretti yaz bana. Evet tüm suçları yaza atmakta kararlıyım. Bu benim umut etme biçimim. Sonbaharı beklemek, benim kimsesiz umudumdur. Yaz gazisi bir ruhun soluklanma yeri, sonbahar... Sonbaharı anlamak gerek yaşamayı anlamak için. Ve herkes kendine göre tercüme eder bu mağrur mevsimi. Bence kurumuş yapraklar demektir ki, 'tükendim' 'bittim'. Çıplaklığına aldırmadan kışa meydan okuyan dallarsa der ki ' buradayım, her ne kadar eksiksem de kayıpsam da, tam buradayım, en derine kök saldım, kolay olmamalı beni yok etmek.'. İşte bu, hayatın en gerçek kavşağıdır, görebilenlere.
     Sonbahar severler olarak hayatı sorguladığımıza inanıyorum. Zira mevsimleri yargılayıp anlamlandıran birine az rastlanıyor bugünlerde. İyi midir bu, bilemiyorum. Belki de sormadan sorgulamadan yaşayıp gitmek gerek. Ama buna yaşamak demem ben, en azından yersiz biten bir ottan farkı olmalı insan denilen varlığın. Çiçeklerle konuşmalı, radyoyu açıp balkondan koşup gelen rüzgara bırakmalı kendini, çay içmeli, duyduğu hikayeleri tam solunda hissetmeli, 'ben olsaydım' diyebilmeli, baharları sevmeli, bulutların tüm renklerini bilmeli, ufku kapatan dağlarsız manzaralar aramalı, konuşmalı, yorulmalı, unutmamalı... Acımalı, acıtmalı, nefessiz kalmalı koşmaktan, bir şeyleri yıkıp devirecek öfkeyi ateşlemeli içinde, gözlerini kaçırmalı, gözlerini dikmeli bazense deli gibi, ağzına geleni değil akla gelmeyeni söylemeli. Umut edip bozguna uğramalı, her şeyini yatırıp tek bir amaca kaybetmeli, sadece kaybetmek değil, mutluluktan ağlatacak kadar güçlü zaferler elde etmeli.
     Yaşamalıyız diyen bir ben değilim değil mi? Boyu kadar başakları olan o sarı tarlayı tam ortasından kesmek isteyen iki yana açılmış kollarıyla, ulu bir çınarın kollarına dolanmış tahta salıncakta uçurumlara uçmak isteyen, yıldızlı bir gecede denizin hemen yanında sabahlamak isteyen, otoyola çıkıp arabalarla yarışırcasına koşmak isteyen, karda uyumak isteyen, evine sığmayacak kadar çok dostu evinde ağırlamak isteyen, arabasına sığmayacak kadar çok dostu arabasına doldurup bilmediği bir şehre sürmek isteyen gece gündüz… Yaşamak isteyen bir ben miyim? Bir ben miyim kalbini huzurla şişirmek isteyen? Bir benim ki sonbahara böyle bakan, hayatı böyle anlamlandırmaya çabalayan, yaşamanın ne olduğunu bilen bir ruh daha bulamadı ruhum.

  Anlattıklarım sadece edebiyattan ibaret gelebilir, olsun, ben yine de söylediklerimi ölmeden önce yapılacaklar listenize eklemenizi tavsiye etmek isterim.




6 Ağustos 2013 Salı

Bayram

Arefe öncesi radyonun sesi dolarken odama yine parmak uçlarım tuşlara değiyor.Umutsuzluktan bahsetmeyeceğim bu kez. Şiirlerim de yok elimde. Kendime sakladım sanatımı bugün. Bu gece. Farklı bir dünyaya açılan bir kapının önünde olduğumun kaydı olsun dedim. Bayrama çeyrek kala ses vermek istedim sayfama. Uzun bir süre ırak olacak bilgisayarım bana. Telaşeye karışacağım, üstelik huzurlu şiirler de yazamayacağım. 
Tüm bunlardan öte geleceğime gidiyorum ben. Belki bir ömür bakacağım pencereye uzanıyorum yıldızlar eşliğinde. Çok şifreli oluyor bu biliyorum ama hayatımı hiçbir zaman apaçık ortaya döken biri olmadım, olamadım. Belki bu yüzden soğuk damgası yedim, kalender oldum, burnu büyük oldum. Olurum, olsun, yakınlarıma özeldir tüm yakınlığım. Neyse mesele bu değil. Mesele ne ? Biz ortak bir başlık koyalım şu işe, bayram diyelim meseleye. Rengarenk kağıtlı şekerler, süslü kutularda çikolatalar, keskin kokulu kolonyalar, sararmış danteller, öpülüp alna uzanan yıllanmış eller, belki gerçek belki sahte sevgili bakışlar, telaşlar, koşuşturmalar... Tüm bunların ortasında içindeki karanlığı bile unutur insan. Herhalde. Kendi sorunları asla bayramı göremez, sonraya atlatılır hep. Ötesini düşünen benim gibi pesimist tipler hariç herkes bu yüzden hafiflemiş ve neşelidir. Böyle de olmalıdır. Resimdeki olumsuzluğu arayan bir çift göz yalnızca bana ait olur. Olsun. Her insan kendi bakışıyla görür ya dünyayı. Benim rengim de siyah olsun. Siyahımla orada olacağım ben de. Binbir renkli bakışların altında hiç görülmeyen bir boşluk gibi ve görülmedikçe renksiz diye adledilen siyah rengi. 
Suçu ne siyahın. Farklı olmak değil mi? Bu dünyada farklı olmak hep suç olmadı mı zaten? Neyse konudan hep sapıyorum. Bayram...Belki de anlatmak istediklerimin çok uzağında kaldığındandır, kim bilir. Ama bu neşeyi bu telaşı kaçırmam. Rengim siyah da olsa tam ortasından karışırım. Çünkü siyahı olanlar bilir, siyah ağırdır, zordur taşıması. Birkaç renk çalmalı böyleleri, o renkleri de karartana dek idare etmek için. Bir anlık bir nefes, bir dakikalık huzur, bir saatlik yaz yağmuru gibi. Çabuk tüketmelik. Hayata farklı olduğunu göstermemek için bir yol. Güzel maske için parıltılar...
Tüm bunlar çok saçma geliyor değil mi sizlere? Az buçuk ziyaretçim de ne saçmalıyor bu diye çekip gidecek anlaşılan. Olsun, yalnızca bahsi geçsin istedim. 
Ama siz boşverin tüm bunları.

Sadece...KUTLU OLSUN BAYRAMINIZ.





4 Ağustos 2013 Pazar

ÖYLE İŞTE



Hani tam kıyısında durur ya bir hüzün, gözlerinin,
Dokunulmaz ve susturulamaz bir sızı vücut bulur ellerinde
Sonra çığlık çığlığa bir hayat doğar avuçlarında.
Durdurulamaz ve unutulamaz anlar başlar.
Dursun istersin, sussun, unutulsun…
Kar yağsın istersin, fırtına çıksın, sel başlasın…
Kaybolsun birbirinden habersiz anılar
Kesilsin en alev alan yerinden bu gürültü.
Yahut yalnızca sessizliği beklersin,
Kıyısında solgun bir yalnızlığın.
Dizlerinin üzerinde sahipsiz kolların.
Çektikçe içine çekersin kalbini, bulunmaz olsun istersin.
Sussun istersin, huzur istersin, sabah istersin.
Oysa her şeyden ve herkesten iyi bilirsin bu masalı

Ama bir tek kendine dinletemezsin işte.



NOT



Bir bıçaktan daha keskin değildir ölüm
Ya da bir yıldızdan daha az parlaktır gelecek.
Güzel olduğuna inanmak için fazla yalandır hayat.
Ve yaşamak başlı başına kandırmaktır kendini

Ama bilirsin, hayat dediğin, zaten böyle olmalıdır.




Bir Solukta Yaşamak

BİR SOLUKTA YAŞAMAK


Doğarsın, umursamaz bir dünyanın kuytusunda
Büyürsün, başucunda uykulu masalların.
İçinde bir çocuk ağlar yıllar yılı.
Ağlar, gülmeleri unutana dek.

Koşarsın çıkmaz sokakların en dibine
Yolunu yordamını bilmeden yaşarsın
Kaybolursun, paslı bir şehirde
Kayıp olursun, var olduğunu unutana dek.

Hayallerinin kıyısında batar son güneşin
Karanlığı ezberlersin, tutunmak için hayata.
Sakince bırakırsın ellerinden yıldızları
Bırakırsın aydınlığı, aydınlığı unutana dek.

Bağlanır sözlerin imkansızlığın ortasında
Sözlerin gözler ortasında yarım yamalak.
Susarsın, bir soluk daha alabilmek için.

Yakarsın doğrularını, ışığın sönene dek.





1 Ağustos 2013 Perşembe

Yazdıkça Yazarım




Yıllar geçtikçe bambaşkalaşıyoruz. Ama bu gerekli değil mi zaten, değişim...Hep eski zevklerimiz ve eski isteklerimizle olsak büyümüş, gelişmiş sayılır mıyız? Gelişmek iyidir elbet ama büyümek iyidir diyemiyorum. Genel bir yargıya varmak için fazla kişisel bir mesele. İyiliği seçmiş biri için büyümek hoşken, kötülüğe koşanlar için 'keşke hep çocuk kalsaydı' denmez mi.
İyisi kötüsü farketmiyor. Büyüyüp değişiyoruz. Bambaşka biri oluyoruz her geçen yaşta. Bazılarımız sevdiklerini kaybediyor bu yolda, bazılarımız hayallerinden vazgeçiyor, ailesinden kopuyor, pişmanlıklara bulaşıyor ama oluyor... Evrim, öyle koca bir dünya için değil, minik bir bebek için döndürüyor çarklarını. Ve evren her çocuğuna farklı bir hediye farklı bir görev bahşediyor...
Bense yalnızca yazarım... Yazıyorum. Peki bu beni yazar yapmaya yetiyor mu? Büyük olasılıkla hayır. Kitapların arasına sıkıştırılacak defter yapraklarında, telefonumun karmaşık notlar sekmesinde, twitter sayfamda, facebook profilimde, şimdi de bir blogdayım, susuyorum... Ve yazıyorum. Kelimelerim insanların hoşuna gidiyor bazen. Süslü ve parlak harfler kümesi... Ardında gizlediği olaylarınsa kimi kimsesi yok, madalyonumun asla görünmez yüzü. Hayatımdan ya da çok yakın çevremden yazarım genelde. Çok parlak bir hayatım yok zira. Ama kelimelerle oynamam okuyanların gözlerini kamaştırabiliyor. Sönük hayatlardan bir ışık yakıyorum ben.
Yazdıkça, yazarım...
Hayat bana bunu öğretti çünkü. Yazmadan olmayacağını. Benim nefes alma şeklim de bu. Ve burada bol bol soluklanacağım gibi görünüyor...

Zaman Masalı



Zamanın hep aynı sözü verdiği sanılır insanlığa; 'geçecek'. Oysa zaman yalnızca geçen saniyeler yığınıdır. Anlamsızdır. Onu anlamlandıran, değerli kılan nasıl bizsek, zamanın vaadini zavallı bir teselli için okşadığımız omza asan da bizleriz. Söyleyecek söz kalmayınca zamana kalır tüm sorumluluk... Oturduğumuz o bir ayağı kırık koltuktan penceremizi süpüren mevsimler her şeyi iyi ediverecek zannederiz. Bu, pembe bir yetişkinlik masalıdır, çocukların uyku öncesi başucu masallarından daha yalandır üstelik. Malum, büyüklerin yalanları da büyüktür çünkü.
Yaşadığımız tüm o atlatılamayacak kadar fena görünen olayların hiçbiri unutulmaz. Zaman, dokunmaz bile onlara. Biz alışırız yalnızca. Bembeyaz bir tendeki yara gibi. Önce dehşetle inceler, baktıkça üzülürüz. Sonra alışır gözümüz, daha mühim yaralar olur belki ya da artık  görüntüyü o kadar önemsemeyiz. Bir şekilde o yaraya bakınca artık dehşete düşmeyiz. Hatta bazen fark bile etmeyiz. Sanki doğuştan beri oradaymış gibi. Onunla var olmuş ve onunla yok olacakmışız gibi.
Hayatımıza dokunan acıtan yaşanmışlıklar da böyledir. İlk günden sonraki hiçbir gün aslında ilk günden farklı değildir. Hiçbir şey değişmemiştir, hiçbir şey geri gitmez. İlerleyen ve değişen biz olduğumuz sürece olanlar geride kalmış olur yalnızca. Ve zaman, bu ilerleyişimiz boyunca kaç saniye geçtiğini belirlememizi sağlar yalnızca. Ne yürütür ne unutturur...
'Hani zaman her şeyin ilacıydı' yakarışları hep aynı yalana baş kaldırıştır. İlaç yok. Geçmeyecek. Yalnızca alışacaksın. Her ne olduysa ne yaşadıysan sanki onunla var olmuşsun ve onunla da yok olacakmışsın gibi bir parçan olacak. Ve büyüyeceksin bunlarla. Kalbin büyüyecek. Değişeceksin. Geride bırakmak için, düşünmeden, kendiliğinden yürüyeceksin. Böylece iyileşeceksin, ben buyum diyeceksin ve iyileştireceksin, kendi kendini.

Seçimlerimiz Bizi Özgür Kılar




Melodiler rüzgara kapılıp dünyasına dağılıyor küçük kuşun. Kalbi görmüş ve geçirememiş bir gazisi geçmişin. Ama vazgeçirememişler umut ettirmekten. Atmasının, yaşamasının, yaşatmasının yolu buymuş gibi vazgeçmiyor. 
Bıraktı güvenmeyi, inanmayı ve belki de sevmiyor bile artık. Uzağında insanların... Korunabiliyor mu? Hayır. Hala vazgeçemediği bir saksı çiçeğin, gizi dikenlerinde kanıyor. Alacalı yapraklarına sığınıyor her gece. Yapmamalı ama öyle öğrenmiş, öyle öğretmişler. 
Karşı çıkıp yolunu ayırdığı tüm insanlardan daha beteri belki karşısındaki ama gidemiyor. Gitmeyi bilmiyor. Öğrenecek elbet. Sağ çıkmak için bu darbelerden de... Zaten ne biliyorsa kuytulardaki yaraları öğretmedi mi ona her şeyi. 
Sadece biraz cesaret ve çaba lazım geliyor. Yuvasından bir kanat uzaklaşmamış bir kuşun korkularını söküp atmalı içinden. Yoksa o yuvada yalnızlığa yem olup tükenecek. Bile bile kalmak sadakat midir yoksa sadece aptallık mı denir buna?
Kararlar zorludur. Yanlış bir kararın bedeli bir ömür bile sürebilir. Veya doğru bir karar hayat kurtarabilir. İki ucu keskin bir yol ayırımıdır her verilen karar. Ancak hayat bu yol ayırımlarından ibarettir. Ve yaşamaya devam etmek için seçim yapmak zorunda kalırız mütemadiyen. Olduğu yerde kalanlara acımasız davranır zaman, içten içe çürütür varlıklarını. 
Bu yüzden yüklenip eskimiş omuzlarına, yeni bir kararın sorumluluğunu alma vaktidir. Belki de özgürlük vakti çoktan gelmiş, kafesin kapısı anlık bir açıklığa aralanmıştır. Fırsat varken korkuyu bu eski yerde bırakıp gökyüzüne açılmalı mı? Özgürlük çağrısı mı dünyaya dağılan bu melodiler...